Selefilik ve Selefiler, Kardeş miyiz, Düşman mıyız?
49, Moscow, Rosja


29.08.2012, 18:40:19

| Yorum Yaz zoom_in.png zoom_out.png

Selefilik ve Selefiler, Kardeş miyiz, Düşman mıyız?Müslümanların gergin ve hassas bir dönemden geçtiği bir süreçte, Selefilik ve Selefiler hakkındaki tavrı ve yaklaşımımız nasıl olmalıdır?


Özellikle son 20 yıldır, küresel cihad olgusunun öne çıkmasıyla birlikte, kuşkusuz ki İslami mücadele sahnesinde ismini çokça duyuran olgu "Selefilik" oldu. El Kaide ve sempatizanlarının da kendilerini "Selefi" olarak tanımlamasıyla birlikte, artık "Selefilik", küresel cihad düzleminin tartışılmaz bir kimliğine dönüştü.

Irak başta olmak üzere, değişik ülkelerde mezhep çatışmaların, sivillere yönelik katliamların, "tekfircilik" gibi akımların zihinlerde “selefilik” ile özdeşleştirilmesinden hareketle, “selefilik” İslami bir kimliğin, bir Fıkıh usulünün ve kökleri tarihin derinliklerinde olan İslami bir akımın adı olmaktan daha çok, polemiklerin odağındaki bir olgu olarak görülmeye başlandığından “Selefilik” ve “Selefi” Müslümanlar hücum oklarının hedefine oturtuldu.

Böyle bir bakış açısı ve söylem, ilmi bir temele dayanmadığı gibi, tamamen çatışmacı, kışkırtıcı ve düşmanların değirmenlerine su taşıyıcı bir yanılgı ve yanıltmadan başka bir şey değildir.

Herkes biliyor ki, “Selefilik” ister İmam Ahmed İbn-i Hambel’e, ister İmam İbn-i Teymiye’ye, isterse İbn-i Kayyım el Cezvi’ye uzansın, isterse tarihte “hadis ehli” olarak bilinen alim ve fakihlere dayansın, Ümmetimizin İslami zemininin doğal ve ayrılmaz bir parçasıdır. Şia tarihinde "Usuli" ve "Ahbari" gibi bir ayrım olduğu gibi, Ehl-i Sünnet tarihinde de "Rey Ehli" ve "Hadis Ehli" gibi bir ayrım da söz konusudur. Deyim yerindeyse Şiilerin Usulilileri Ehl-i Sünet’in Rey Ehline benzediği gibi, Ehl-i Sünnet’in Hadis Ehli de, Şiaların Ahbari’lerine benzemektedir.

Dolayısıyla “selefilik” olgusu, tamamen bir “ilim” ve “usul” konusudur. “Selefi” denildiğinde sadece son 20 yıldır güncellik kazanan bir kimliği değil, yüzyıllardır var olan İslami bir akımı anlama durumundayız. “Selefilik” İslam ümmetinin içinde yetkin ve saygın yer edinen fakihlerin ve alimlerin görüşleri ışığında şekillenmiş İslami bir yoldur. Hiç kimsenin bu gerçeği göz ardı ederek, “Selefilik” üzerinde ilmi bir değer taşımayan yakıştırmalarda bulunmaya hakkı yoktur.

Eğer birilerini eylemleri, tavırları ve söylemleri ile kınayacak ve eleştireceksek, bu İslami bir kimliğin kendisini hedef alarak değil, kendilerini bu şekilde tanımlayan bir grubun yanlışları olarak görmek ve tanımlamakla olur.

Selefilik adı altında kendini gösteren eğilim, oluşum ve akımlar tek tip değildir. Örneğin Suud rejimini “veliyy-i emr” olarak gören “selefiler” (!) olduğu gibi, Suud rejimini “tağut” olarak gören Selefiler de vardır. Eğer sorun Selefi kimlikte ise, nasıl oluyor da birilerinin "Veliyy-i Emr" olarak gördüklerini diğerleri “tağut” olarak görüyor. Yine "Kabe kıyamı" olarak bildiğimiz kıyamın lideri Şehid Cuheyman el Uteybi, Selefi hareketin mensubu bilinçli bir müslümandı. O ne birilerinin iddia ettiği gibi meczup, ne de ileri sürülmüş bir provakatördü. Bilakis o, hicaz diktatörü ve tağutu Suud sultasına karşı kıyama kalkmış yiğit, muhlis, fedakar ve adanmış bir müslümandı.

Yine aynı şekilde son iki yüz yılın İslami uyanış hareketlerine baktığımızda, bu hareketlerin temel karakterinin çoğunlukla “Selefilik” olduğunu da görürüz. Pakistan’daki Cemaat-i İslami de, Mısır’daki İhvan-ı Müslimin de,Tunus’taki İslami Yöneliş de, Filistin’deki Hamas hareketi de selefi bir karakter taşır. Zira selefi kimliğin temel söylemi “ihya” “islah” ve “tecdid” olmuştur. Neticede çağdaş İslami uyanış büyük ölçüde selefiliğin bir bereketidir.

Selefilik, “Asr-ı Sadete dönüş” söylemini bayraklaştırmış, mezhep taassuplarına, bilinçsiz taklite, Müslümanlar arasında yerleşmiş bidat ve hurafelere karşı çıkmış, Kur’an ve Sünnet temelinde ümmetin yeniden dirilişini savunmuştur. Bu noktada her İslamcının Selefilik ile bir akrabalığı bulunmaktadır.

Hadis ricalinde, "mevzu hadisler" ile "sahih hadisler" arasında bir ayrım ölçüsü olduğu gibi, İslami hareket perspektifinde de, "sahih selefilik" ile "sahte selefilik" arasında ayırıcı bir perspektif olmalıdır. Aksi taktirde sap ile samanı birbirine karıştırıp hem hakikatlere tecavüz etmiş, hem de müslümanlar arasında ifsat ve çatışmaların sebebi olmuş oluruz.

Biz İslami duruşumuzu belli bir kırmızı çizgiler üzerine kurduğumuz gibi, "Selefilik" ile duruşumuzu da belli çizgiler üzerine bina etme durumundayız. Eğer Amerikan emperyalizmi ve siyonizm karşısında, yeryüzündeki zalim ve tağut rejimler karşısında, bölgedeki Amerikancı ve işbirlikçi rejimler karşısında, tevhid, adalet ve özgürlük diyorsak, eğer ümmet, vahdet ve mukavemet hattını savunuyorsak, Selefi kardeşlerimizi de bu ayrım noktasında görme durumundayız. Emperyalizm ve zalim düzelenlerle, krallık ve sultanlıklarla bağlantısı olan ve kendilerini “selefi” olarak tanımlayan, ya da öyle tanımlananlardan uzak oluruz.

Ancak, bu ayrım noktası, niçin sadece “Selefiler”le sınırlı olsun ki?

Kendilerini “Şii” veya “Sünni” olarak tanımlayanları da aynı ayrım terazisine çıkartma durumundayız. Zulüm ve tuğyan karşısında egemenlerin ve sultacıların etekleri altına giren Şiiler veya Sünniler, Amerikan politikalarının aktörlüğünü yapan Şiiler veya Sünniler, İslam Ümmetinin mazlumiyeti karşısında sesleri çıkmayan Şiiler veya Sünniler, Müslümanların gücünü ve birliğini parçalamaktan başka bir şey yapmayan Şiiler veya Sünniler, cihad, direniş ve istişhadı mahkum eden Şiiler veya Sünniler kendilerini paylaştığımız kesimler mi?

Biz nasıl "Amerikancı İslam" diyorsak; Şii, Sünni veya Selefi olarak tanımlananların da "Amerikancı"sı vardır. Siz müslümanın Şii mi, Sünni mi Selefi mi olduğuna değil, Amerika’nın ve Amerika’nın şeytanca politikalarının neredesinde durduğuna bakın; doğrudan ve dolaylı olarak Amerika’nın, kralların, sultanların, diktatör zorbaların umelası olan her kim ise, onlar Amerikancı İslam’ın uzantılarıdırlar.

İslam mübareze dinidir. Bu İslami kimliğin yapısal özelliğidir. Dolayısıyla Müslüman olmak doğal olarak zülme, tuğyana karşı mücadeleyi, direnişi, cihadı gerektirir. Bugün dünya basınında selefilerden söz edildiğinde “cihatçılar” deyimi kullanılıyor. Peki cihadçı olmak, salt selefiliğin bir karakteri midir? "Cihad" ve "istişhad" denilince niçin sadece “selefiler” akla geliyor?

Burada biz Selefilerden önce kendimizi masaya yatırmamız gerekiyor. Niçin bizim adımız, varlığımız, attığımız adımlar ve verdiğimiz kavga, “cihad” "mücahid" kavramları ile ilişkilendirilmiyor? Niçin bizim zeminlerimiz, alanlarımız, hiçbir zaman cihad siperleri olmuyor?

Ben Bosna savaşı sırasında, Selefi Mücahidlerin nasıl bir mücadele verdiklerine, nasıl bir fedakarlık ve yiğitlik gösterdiklerine bizzat tanıklık ettim. Elbette ki cephelerde ve siperlerde bile Selefi anlayış ile farklılıklarımız ve zıtlıklarımız oluyordu. Ama Ben bu Selefi kardeşlerimin bu noktalarına değil, başka ülkelerden onları Bosna’ya şehadet arzusu ile getiren cihad ruhuna bakarım. Gerçekleştirdikleri fedakarlığa ve istişhadı zirveye çıkaran adanmışlığa bakarım.

Kimse oturduğu yerden, rahat koltuklarından ve sıcak yataklarından bu müslümanlara laf yetiştirmeye kalkmasın. Hangi mezhep, hizip ve cemaatten olursa olsun, eğer kalkış noktamız İslam ve ümmet için cihad ve fedakarlık olursa, buluşacağımız nokta da vahdet ve mukavemet olacaktır.

Müslümanların arasına sokulan “tekfircilik” tamamen emperyalist güçlerin ve onların güdümündeki işbirlikçi rejimlerin bir manipülasyonudur. Eğer "Selefilik" kimliği üzerinde ilmi bir çalışma yapacak olursak, "Selefilik" ile "tekfircilik"in ayrı şeyler olduğunu kolaylıkla göreceğiz. "Tekfircilik", İslam ümmetinin birliğini, gücünü, kazanımlarını tahrip etmek isteyen emperyalist istihbarat servislerinin ve özellikle de gayri meşru saltanatını Müslümanlar arası mezhep çatışmalarına bağlayan Zalim Suud rejiminin bir icadıdır. Zira bu tekfirciliğin üzerini kazıdığımızda bu şer odaklarının kirli yüzlerini göreceğiz.

Bizim "Selefilik" ve "Selefiler"le hiçbir sorunumuz ve kavgamız olamaz; kavgamız sadece Amerikan ve Suud uzantıları ile olur; eğer bir zulmün, bir cinayet ve katliamın hesabını soracaksak, bunun faturasını öncelikle Amerika’nın boynuna yazmamız gerekiyor. Peki bunu yapabiliyor muyuz? Amerika’nın dişlerini kırmak için bir adım dahi atmazken, Müslümanlar arasında niza ve çatışma çıkaracak polemiklere girmenin ne anlamı var?

Dün Irak’ta Amerika’nın "BlackWater" adlı cinayet mangalarının gerçekleştirdiği katliamların faturasını ne kadar Amarika’nın boynuna koyduk? Katliamları yapan ve yaptıran asıl el Amerikan eli, ama bu eli kırmak yerine, bu elin daha çok iş yapmasına fırsat veriyor veya davetiye çıkarıyorsak, kendimizi sorgulamamız daha gerçekçi ve dürüstçe olur.

Bugün yerli yersiz ”selefilik” kelimesini polemik konusu yapanlar, unutmasınlar ki sonuçta Amerika’ya hizmet ediyorlar. Amerika’nın önünü açıyor ve işini kolaylaştırıyorlar. Niçin sonuçlara bakmıyoruz? Ümmetimizin acılarını ne kadar azaltabiliyor, Müslümanların ünsiyet ve ülfetini ne kadar artırabiliyoruz? Asıl yapmamız gereken bu değil mi?

Eğer usül, edep ve hikmet çerçevesinde hareket edilecek olursa, Müslümanlar sorunlarını da, ihtilaflarını da kardeşçe ve dostça konuşur ve tartışırlar. Ama bunun yerine saldırı, tazyif ve tahrikleri seçersek, düşman ateşini daha da tutuşturmaktan başka bir şey yapmamış oluruz.

Sonuç olarak, “Selefilik” üzerinden yapılan, ilim ve hikmet dışı tanımlama, yakıştırma ve suçlamaların Amerika’nın kurduğu kapanın içine girmekten ve başkalarını da bu kapana sürüklemekten başka bir anlam ifade etmediğini belirterek, bütün kardeşlerimi bu hususta sorumlu ve duyarlı olmaya davet ediyorum....

NUREDDİN ŞİRİN

Liczba odwiedzin: 2
 
Komentarze

Na razie nie ma żadnych komentarzy.
Dodaj komentarz aby rozpocząć dyskusję!

Blog
Blogi są aktualizowane co 5 minut